Semih Kuru - 10 Haziran 2017
Nasıl hayatımızda bazen sıradanlık arıyorsak, beyazperde de zaman zaman
birbirini yumruklayan robotlar, patlayan binalar, hızlı takip sahnelerinden
sıkılan izleyici daha sıradan ama bir yandan da estetik bir şeyler izlemek
istiyor.
Yazının devamında bu sıradanlığı sadece tek bir odada geçen filmlerle oldukça
başarılı bir şekilde yakalayan birkaç filmden bahsedeceğiz.
Bu tarz filmlerin türleri farklı da olsa hepsini birbirine bağlayan temel bir
özellik var. O da hikaye anlatımını insan unsuruna odaklanmanın sadeliğini
yansıtıyor olmaları. Dolayısıyla bu tip filmler bütün o patlamalı ve aksiyonlu
filmlerin arasından sıyrılıyor ve izlerken hikayedeki insanları gerçekten
önemsemeye başlıyoruz. Bu noktadan sonra filmin bir komedi filmi ya da western
olmasının çok da anlamı kalmıyor. Filmin yaşattığı doğal basitlik, aslında
Hollywood'un o bol ışıltılı dünyasına da ihtiyaç olmadığını kanıtlıyorlar.
Filmin başarılı olmasını sağlamak için önemli olan tek şeyse, izleyicinin
bu karakterlerin ekrandaki öyküsünü umursamasını sağlamak. Böylece sınırlı bir
alanda harika bir tiyatro izleme deneyimi sunuyor izleyiciye.
Vakit kaybetmeden o filmlerden bir kaçına değinelim
Rear Window (1954)
Jefferies (sinemanın efsanelerinden Jimmy Stewart), kırılan bacağı
iyileşene kadar evinde dinlenmek zorunda kalan bir fotoğrafçıdır. Ama boş boş
evde oturmak Jefferies’e göre bir şey değildir.
Sıkıntı içinde, diğer kiracıları izlemeye başlar ve onların özel
hayatlarının farkına varır. Özellikle karısını ve kiracısının köpeğini
öldürdüğüne inandığı Bay Thorwald (Raymond Burr) onda bir takıntı halini
alırken arkadaşı Lisa'nın (Hitchcock'un ölümsüz sarışınlarından biri olan Grace
Kelly) yardımı ile araştırmasına başlar.
Alfred Hitchcock'un zekası ve sinema dili ile birleşen film, hikayenin
sınırlı bir ortamda nasıl anlatıldığının mükemmel bir örneğidir. Ancak
Hitchcock'un sınırlı bir ortamda merak uyandıran bir hikayeyi anlatma sanatının
ötesinde daha büyük başarısı ise izleyiciyi evlerinin güvenli ortamından
komşularını izleyen filmin ana karakteri yerine koyarak onun karanlık tarafı
olan röntgencilik duygularını tatmin etmesinde yatar.
The Hateful Eight – 2016
Amerikan İç Savaşı'ndan birkaç yıl sonra Kurt Russell, tutsağı Daisy
Domergue'yu (Jennifer Jason Leigh’i hiç böyle görmediniz) Red Rock kasabasında adalete
teslim edecek olan John Wayne takliti ödül avcısı John Ruth'u canlandırıyor.
Ruth yol boyunca başka bir ödül avcısı olan Major Marquis Warren (Samuel L.
Jackson) ve Red Rock’ın yeni şerifi Chris Mannix (Walton Goggins) ile
karşılaşır ve kötü hava koşulları sebebiyle onları arabasına alır.
Hep birlikte fırtınanın geçmesini beklemek üzere aralarında bir cellat olan
Oswaldo Mobray, yazar Joe Gage, eski bir konfederasyon generali olan Sanford
Smithers ve Meksikalı Bob gibi şüpheli karakterlerin bulunduğu Minnie’nin Barı’na
giderler. Ve dışarıda fırtına devam ederken içerde ise hepsi birbirinden şüphe duyan
sekiz insan ise gerginlikle birbirlerinin hamlelerini beklemektedirler.
The Man From Earth (2007)
The Man From Earth, bir üniversite profesörü olan
John Oldman'ın (David Lee Smith) arkadaşlarına veda etmek üzere düzenlediği bir
partide aslında 1.400 yaşında bir cro-magnon
insanı olduğunu açıklamasıyla çok farklı bir boyut alır.
John Oldman 1400 yıllık yaşamında yaşadıklarını alternatif
bir tarih dersi gibi anlatır film boyunca.
Filmin senaryo yazarı Alacakaranlık Kuşağı’nı da
yazan Jerome Bixby. Yaklaşık 200 bin dolar gibi küçük bir bütçeye sahip olan
filmin teknik katkıları o kadar basit ki ister istemez oyunculuk performanslar önem
kazanıyor.
Misery
(1990)
Ünlü bir yazar olan Paul Sheldon (James Caan) bir
kar fırtınası sırasında kaza geçirir. Kazada yaralanan Sheldon’u, eski bir
hemşire olan ve kendini Sheldon’un en büyük hayranı olarak tanımlayan Annie (Kathy
Bates) tarafından kurtarılır.
Başlarda dünyanın en en tatlı kadını gibi görünen
Annie, yazarın el yazmalarını yayınevine göndermek üzere kendisine vermesi ve
onun da bunları okumasıyla psikopat karakterine bürünür. Kathy Bates filmdeki
efsane psikopat karakteri ile Oscar kazanmıştır.
Misery, baştan sona oldukça rahatsız edici sahneler
ve gerilimle doludur. Film, Stephen King’in kitaplarından uyarlanan en iyi
filmlerden biridir.
Sleuth
(1972)
Joseph K. Makiewicz'in yönettiği ve Anthony
Shaffner'ın Tony Ödülü kazanan oyunundan beyazperdeye uyarlanan Sleuth, tüm
zamanların en ilginç, gizem, gerilim filmlerinden biri sayılıyor eleştirmenler
tarafından.
Başarılı bir polisiye yazarı olan Andrew Wyke (Sir
Lawrence Olivier'den muhteşem bir karizmatik performans izliyorsunuz),
malikanesinde büyük bir servetin içinde yaşamaktadır. Oyun oynamaktan keyif
alan ve malikanesi bu oyunlarda kullanmak üzere çeşitli mekanik oyuncaklarla
donatan Wyke, ayrıldığı eşi
Margeurite'nin bir ilişkisi olduğunu ve yeniden evlenmeyi planladığını
öğrendiğinde, sevgilisi Milo Tindle'ı (Michael Caine) evine davet eder. Tindle,
iki kuaför salonu olan ve ekonomik olarak Wyke’a göre çok daha mütevazi bir
geliri olan orta sınıf bir işadamıdır. Wyke hazırladığı bir oyunla Tindle’ı alt
edeceğini ve eski eşinin kendine yeniden döneceğine inanmaktadır.
Ustalıkla yazılan senaryo birbirine rakip iki erkek
arasındaki ilişkiyi başarıyla anlatırken, oyunculukları ile gerek Lawrence
Olivier gerekse Michael Caine’in en iyi erkek oyuncu dalında Oscar’a aday
olmalarının da tesadüf olmadığını gösteriyor.
Bir tiyatro oyunu olmasına rağmen beyazperdeye
ustalıkla yansıtılan senaryo izleyiciyi sürekli diri tutmayı başarmaktadır.
2007 yılında tekrar çevrimi yapılan filmde bu kez Jude Law Milo Tindle’ı
oynarken bir önceki filmden hatırladığımız Michael Caine’i ise Andrew Wyke
olarak izleriz. Ancak eleştirmenler 1972 tarihli filmin daha başarılı olduğu
konusunda neredeyse hemfikirdirler.
Bu Odaya Girdiğinizde...
Reviewed by sineMakale
on
Haziran 10, 2017
Rating:
Hiç yorum yok: